2 Aralık 2010

Bu nedir???


Evet FC Barcelona-Real Madrid FC arasında oynanan ne olduğunu tam ifade edemeyeceğim futbol resitalinden bahsediyorum. Futbol maçı demeye bin şahit ister. Çünkü futboldan öte birşey izledik o gece ben ve milyonlarca futbol izleyicisi. Milyonlarca diyorum evet Milyonlarca, El Classico tüm dünyada milyonlarca izleyiciye ulaşan ve dünyanın tartışmasız bir numara derbisi...
Bir tarafta Kralın takımı ve armasında Kralın simgeleri bulunan Real Madrid, müzesinde olmayan kupası yok ve hatta en büyük kupalardan birden fazla olan dünyanın en büyük 5 kulübünden birisi, diğer tarafta 1899 yılında kurulmuş Katalonya özerk bölgesinin gururu ve diğer dünyanın 5 büyük kulübünden birisi. Kısaca Real Madrid FC "Krallıkla", FC Barcelona ise "Devrim" ve "Cumhuriyetle" özdeşleşmiştir. Hatta Barça için "Més que un club" yani bir kulüpten fazlası deniyor.
Barcelona ve Real Madrid arasındaki nefret tarihsel ve politik nedenlerle başlamış olsa bile şimdilerde ise rekabetin daha çok mali niteliklere sahip, reklam yapma telâşı, futbol endüstrisinin bu iki devinin arasındaki rekabetin en büyük yapıtaşlarından biri hâline geldi.
Kadrolarda  2 dünya karması çıkar. Kimi sayalım Messi, Valdes, Ronaldo, Mourinho, Guardiolla, Pique, Puyol, Alvez, Diarra, Ramos, Mesut, Pedro, Xavi, Inıesta, Higuain, Xabi Alonso, Casillas, Carvalho ve daha neler neler..
Bu kadro 29 Kasım 2010 da Camp Nou' da bir tarih yazdılar. Madrid için bir kabus ama geri kalan tüm futbol izleyicisi için muhteşem bir geceydi. Fanatik Barça'lı olduğum için söylemiyorum ama futbolun -bu tabirimi hoş görün ama- orgazm gecesiydi. Böyle bir maç izlemedim.
İşte bu yüzden diyorum o gece oynanan bir futbol maçından fazlasıydı.
Size orjinal dilinde El Classico...






24 Kasım 2010

Öğretmenler Günü mü?? Geçelim...

"Öğretmenler günü tüm yurtta ve KKTC' de kutlandı." Ne kadar yavan geliyor değil mi ?? 24 Kasım, ben de hiçbir inandırıcılığı olmayan ve Türk insanına olan saygımı bile sorgulatan ikiyüzlü bir gün aslında. Siyasileri falan geçtim ama gerçekten yaşayan öğretmenlerin de bu ikiyüzlüğüğe alet olmasına  o kadar üzülüyorum ki. Çok kısa bir dönem 657' e tabii bir devlet öğretmenliği görevim oldu. Hatta Adıyaman'ın bir köyünde, tüm olumsuzluklara rağmen delice bir inanç ve heyecanla öğretmenlik yaptım. Çok ta güzel hatıralarımda olmadı değil. Ancak birinci yılın sonunda benim MEB' de işim olmadığını gördüm.O kadar hantal bir yapıydı ve sahte ilişkilerle doluydu ki anlatamam. Resmen kaçtım ve istifa ettim. 
Neyse benim hayat hikayemden vazgeçip genel doğrulara ve istatistiklere göz atalım.
Demokrat Eğitimciler Sendikası (DES)'in 2010 Öğretmenler Günü için 1489 öğretmene yaptırdığı anketlerden birkaç istatistik vermek istiyorum. 
-Öğretmenlerin yüzde 40.9'u eğitim sisteminden memnun değilken, yüzde 34.4'ü ise 'hiç memnun' olmadığını ifade etti. Eğitim sisteminden memnun olan öğretmenlerin oranı yüzde 15.7, çok memnun olanların oranı ise yüzde 6.2 oldu. 
-Öğretmenlerin yüzde 15.7'si öğretmenlik mesleğinden memnun olmadığını, yüzde 5.2'si ise hiç memnun olmadığını açıkladı. Mesleğinden memnun olan öğretmenlerin oranı yüzde 50.7, çok memnun olanların oranı ise yüzde 20.3 olarak gerçekleşti. Öğretmenlerin yüzde 6.1'i mesleği hakkındaki düşüncelerinde kararsız kaldı.
-Öğretmenlerin yüzde 29.7'si eğitim politikaları başta olmak üzere eğitimin niteliğinden hiç memnun olmadığını, yüzde 30.1'i memnun olmadığını açıkladı. Memnun olan öğretmenlerin oranı yüzde 25.6 iken, çok memnun olan öğretmenlerin oranı yüzde 11.6'da kaldı.
-Öğretmenlerin yüzde 82.9'u maaşlarının zorunlu ve zaruri ihtiyaçlarını dahi karşılamadığını açıkladı. Ankete göre öğretmenlerin yüzde 32.7'si banka kredisi kullanıyor. Yüzde 40.3'ü ise maaşlarını kredi kartı ile desteklediklerini söyledi. Öğretmenlerin yüzde 32.9'u ek iş yaparak, yüzde 48.3'ü ise harcamalarını keserek maaşlarının yetmesini sağladığı ortaya çıktı.
-Öğretmenlerin yüzde 86.9'u kamuda en düşük ücret alan grubun öğretmenler olduğunu söylerken, yüzde 47.7'si fırsat tanınması durumunda daha iyi ücret veren ve sosyal haklar tanıyan kamu kurumlarına geçmeyi istiyor. 
-Öğretmenlerin yüzde 92.4'ü her gün gazete alamazken, sadece yüzde 4.5'i branşı ile ilgili yayınları takip edebiliyor. Öğretmenlerin sadece yüzde 6.7'si sinema, tiyatro, konser gibi etkinliklere gidebilirken, yüzde 62.5'i bu yıl hiç gidemediğini dile getirdi.

OECD' nin Bir Bakışta Eğitim başlıklı raporunda Türk Öğretmenleri için çarpıcı değerlendirmeler ise şöyle;
-Türkiye’de öğretmenler ortalama 1832 saat çalışıyor. 11 Avrupa ülkesinin ortalaması ise 1652 olarak hesaplanırken, buna göre Türkiye’deki öğretmenler, Avrupalı meslektaşlarına göre ortalama 180 saat daha fazla çalışıyor.
-Avrupa ülkelerinde öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, okul öncesinde 15, ilköğretimde 16 ve ortaöğretimde 13 olarak belirlenirken,Türkiye’de bir öğretmene ortalama okulöncesi eğitimde 26, ilköğretimde 26 ve ortaöğretimde ise 17 öğrenci düşüyor.
- Avrupa ülkelerinin ortalamasına göre ilköğretim alanında yeni işe başlayan bir öğretmen yıllık brüt 28 bin 687 dolar, kıdemli bir öğretmen ise yıllık brüt 47 bin 747 dolar gelir elde ediyor. Ortaöğretim branşında ise işe yeni başlayan bir öğretmen yıllık brüt 32 bin 183 dolar, kıdemli bir öğretmen de yıllık 54 bin 540 TL ücret alıyor.
-Avrupa ülkelerinin ortalamasıyla karşılaştırıldığında ise yaklaşık 11 bin 172 dolar ile 40 bin 477 dolar arasında değişen yıllık brüt ücret tutarında bir fark oluşuyor. Avrupa ortalamasına göre çalışan bir öğretmene verilen ücret, Türkiye’deki yaklaşık 3 öğretmenin ücretine denk geliyor.
-Türkiye, Macaristan'la birlikte en az maaşı veren ülker sıralamasında son iki sırayı paylaşıyorlar.

Bu tablonun sonunda sadece şunu diyebilirim ki, bu verilere rağmen hala yeni nesil (!) sizin eseriniz olacaktır sözüyle gaz verme zamanı geçti. Bu şekilde giderse yenil nesile ders verecek öğretmen bulunamayacak.

Son Not: Öğretmenleri bu duruma düşüren ve onları muhtaç hatta MEB kapısında dilenci yapan zihniyete yazıklar olsun. Çorlu  Atatürk Çok Programlı Lisesi'nde ücretli Din Kültürü öğretmenliği yapan evli ve 2 çocuk babası 44 yaşındaki Ahmet Fazlı Elçi, yaz aylarında maaş almadığı için okula gelen kitapları taşıyarak yani hamallık yapıp artı 40 TL.kazanmaya çalışırken kalp krizinden öldü. Vatan Gazetesi'nden Mustafa Mutlu onu tüm Türkiye' de ve dünyada yılın öğretmeni seçti. Sonuna kadar benden de destek ve bende kendimce Ahmet Elçi'yi yılın öğretmeni seçtim.
Üzerimde emeği olan tüm öğretmenlerin ellerinden öper huzurlarında saygıyla eğilirim.
Sevgiyle Kalın.
HK.

Bayramınız Kutlu Olsun...

2010 Kurban Bayramı acı bilançosu: 146 kişi öldü, 649 kişi yaralandı, kaç hayvan telef oldu bunun malesef istatistiği yok. Arkadaş nasıl bir ülkede yaşıyoruz? İnsanın inanası gelmiyor. Ancak halkımız bu ölümleri o kadar kanıksamış durumda ki, ne çözümle ilgili bir kafa yoran var, ne de sosyolojik olarak bu durum artık inceleme konusu yapılıyor.
Bayram öncesinde tipik gazete başlıkları veya televizyonlar da bir iki satır uyarı sonrasında da "Azrail bayramda da boş durmadı" başlıkları.
Malesef durumumuz içler acısı ve ben bu duruma ALIŞMAK istemiyorum. 150 can ya giden, sayısal olarak bakıldığında ne kadar da kolay söyleniyor değil mi? 150 kişi öldü, gazete gördüğümüzde artık detaylarına bile bakmıyoruz, ölenler artık sadece bir istatistik. Ama ya yanı başımızda böyle bir ölüm olsa acaba acımız nasıl olurdu? Ya da bu tip cinayetler illa ki bizim başımıza ya da yakınlarımızın başına geldiğinde yani iş işten geçtikten sonra mı feryat edeceğiz acaba? Ne dersiniz???

Son Not: Trafik Canavarına sadece bayram da dur demeyelim. Bu bayram onlara (!) diğer bayram bize olmasın :(

7 Kasım 2010

Grangé' i Beklerken

1961 Paris doğumlu, eski gazeteci ve artık tam zamanlı yazar. Kurtlar İmparatorluğu, Leyleklerin Uçuşu, Siyah Kan, Şeytan Yemini, Taş Meclisi, Koloni, Ölü Ruhlar Ormanı... Evet Grangé' den bahsediyorum. Neredeyse her kitabını soluksuz okuduğum korku gerilim yazarı. Her bitirdiğim romanı sonrasında bir sonrakini sabırsızlıkla beklediğim bir yazar ve inanın elimde romanı varken hayatla bağlantım kesiliyordu. 

Doğan Kitap'ın konuğu olarak Fransız Kültür Merkezinde 5.Kasım Cuma akşamı bizimle buluştu:)) 
Sisli bir İstanbul ikindisinde vapurla Karaköye geçerken tam karşımda aşağıdaki sahneler vardı.

Koşarak gittim ve sabırsızlıkla bekledim. Berbat bir organizasyonla başlayan sohbet bir nebze yarabandı tedbirlerle geçiştirildi ve Grangé' e mahcup olmanın eşiğinden döndük. Yaklaşık 150-200 civarında ve tek istekleri hayranı oldukları yazarla biraz sohbet edebilmek isteyen çoğunlukla da genç bir kitleyi organize etmek ne kadar zor olabilir? İçeriğini tam anlamamakla birlikte Doğan Kitap ve Fransız Kültür Merkezi'nin organizasyonuydu. Bayan arkadaşlarım beni ayrımcılıkla suçlayabilirler ama hep savunduğum bir fikrim var: Kadınlar çok iyi bir takım arkadaşı olabilirler Organizasyon ya da projenin başı olmadıkları sürece. Örneklerini çok fazla yaşadım, bir başka yazımda paylaşırım belki.
Moralimi hiçbirşeyin bozmasına izin vermeden hayranı olduğum Grangé' i süper Fransızcamla dinledim :P ve kafa salladım :)
Son dönemde o kadar çok psikolojik gerilim polisiye romanı okudum ve filmini izledim ki anlatamam. Dolayısıyla seri katiller hakkında yorum yapabilecek kadar alt yapıya sahip oldum.
Sohbetin ortalarına yakın Grangé bana muhteşem bir orta yaparak, aslında yetim büyüdüğünü ve çocukluğundan kaynaklanan birçok korkusunun olduğundan bahsetti ki tipik bir seri katil profili. Eski futbolcu ben pası aldım ve bence geceye renk katan sorumu sordum: "İçinizde bir seri katil potansiyeli olduğunuzu düşünüyor musunuz?" Ancak Grangé tam bir Fransız kaldı ve kendinin çok normal olduğundan,çocuklarına iyi bir baba olduğundan ve örneğin sabahın 4' ünde kalkıp bir otopsi sahnesini yazabilecek kadar normal (!) olduğundan bahsetti. Ben içimden kahkahalarla güldüm baktım sahneye ama Grangé çok ciddiydi. Devam etsem yarım saatte ondaki potansiyelle yüzleştirebilirdim ama adamın 2 kitabının direk Türkiye ile ilgili olmasına rağmen "Türkiye ile ilgili bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz? diye soran FAN KLÜP(!) üyesi arkadaşlar sözü aldılar. İnanamadım, şaşırdım ve her yabancıya ülkemizi şehrimizi nasıl bulduğunun sorulmasından gına geldi ve içimden kustum. Bu nasıl bir ezikliktir? nasıl bir aşağılık hissi ve kendini beğendirme psikolojisidir anlamak mümkün değil,en azından benim için.
Velhasıl 1 saat süren bir sohbet sonucunda imzalanmamış bir çanta kitabımla biraz hayalkırıklığıyla (sadece imza kaynaklı) ancak mutlu mesut evimin yolunu tuttum...
Son not: Grangé' in yeni kitabı ve bitecek film projesi dört gözle beklenecek...
Sevgiyle ve Kitapla kalın.
H.

SON NOT 2: Grangé Fan Kulüp'ten gelen uyarıyla yazımda kulübe ait olduğunu yazdığım arkadaşın esasında kulüple hiç alakasının olmadığını belirtmek ister ve Kulüp arkadaşlarından da özür dilerim.

4 Kasım 2010

Yuppi

"Yaşamdan Dakikalar" tekrar başladı. Evet evet o dört birbirinden (malesef en ukalası ayrılmış) ukala, çok bilmiş herşeyi bilmiş ama bir o kadar insani değerlere önem veren şehrine, güzelliklerine, halkına onun sanatına saygı duyan ve her fırsatta dile getirebilen silahşörlerden bahsediyorum. Hıncal, engin yaşam deneyimine inanılmaz saygı duyuyorum. Hayata bakışlarımızın çok benzediğini düşünüyorum. Sunay, deli gerçek bir Dali bir adam :) Zekasına ve bilgisine hele hele hissederek anlatışına hasta olduğum tam bir Anadolu çocuğu ve İstanbul aşığı, Nebil, hemşerimi en sona bıraktım. Gerçek bir değer, gerçek bir televizyoncu ve dökümantasyoncu. Yaptığı belgesellerin her biri tarihsel bir döküman... İtiraf etmem gerekirse Haşmet'i çok özleyeceğim, çok sinirlendirirdi beni sonradan kendime benzettiğim için bu kadar kızdığımı fark ettim-ettirildim...Umarım en kısa zamanda o da gelir.
Her birinin gerçek yaşamda genel tavırlarının ve kişiliklerinin ne olduğunu hiç bilmiyor ve önemsemiyorum. Beni 2-2,5 saat acaba şimdi ne anlatacaklar diye heyecanlandırıyorlar ya bana yetiyor. Her bölümü benim için gerçekten çok anlamlı ve özel.
Bir program bakmışım İspanya'da Prado Müzesindeyim, bir program Louvre, bir program bakıyorum Osman Hamdi'nin bir resminde ya da Fikret Mualla'nın ya da bir Ara Güler fotoğrafının içinde eski bir İstanbul sokak arasındayım.  Ya da Fazıl'ın bir konçertosundayım ve onunla beraber çalıyorum. Her program bambaşka alem ve bambaşka bir zevk anlayacağınız...   

Benim için her biri Don Kişot'lar. Çünkü toplumun entellektüel zevkleri ve seviyesi o kadar düştü ki, zevksizliğin baştacı edildiği ucuzlukların piyasa yaptığı, sanatçı müsvettelerinin etrafı kuşattığı bir dönem yaşıyoruz. Buna karşı verilen savaşı Don Kişot'un Değirmenlerle olan savaşına benzetiyorum, ama umarım sonları aynı olmaz. 
Yeniden başlamalarına çok sevindim...

ÖZ: Perşembe akşamları TV8'de buluşmak üzere...
Sevgiyle Kalın.
H.

26 Ekim 2010

Hastayım...

Hastayım, hastayım...
Mızmızlanmayı sevmiyorum ama uzun süredir vücuduma yapışan şu hastalığı atamıyorum. En ufak bir üşütme de tekrar yatırıyor. Normalde de zaten yüksek olan vücut ısım top yapmış durumda ve sürekli sırılsıklam olup üzerimi değiştiriyorum.Vücudumun her yerinden sızı yayılıyor sanki...

Ne menem birşeysin be Grip...Rahat bırak artık beni...

Son Not: En kısa zamanda grip aşısı olamalıyım :)
H.

Görsel: griptedavisi.blogspot.com

19 Ekim 2010

Gender Gap Index 2010


Türban, mürban derken toplumda kadınımızın durumunu gözler önüne seren Dünya Ekonomik Formunun Gender Gap Index 2010 raporuna göre anlı şanlı Türkiye'miz ki -neredeyse tüm Avrupa ülkelerinden önce kadınlarına seçme seçilme hakkı tanımış ülkemiz- 126. sıraya hak kazanmış. Kaç ülke olduğunu mu merak ettiniz? 134 ülke içerisinde 126. oldu. Nedir kriterler neler ölçülüyor derseniz de; kadınların sağlık, eğitim, ekonomik güç ve siyasi temsil gibi alanlarda erkekler karşısındaki durumu ölçüt olarak alınıyor. İsteyen arkadaşlar raporun Türkiye'yi ilgilendiren kısmını http://www.weforum.org/pdf/gendergap2010/Turkey.pdf linkinden görebilir. 
Evet Türkiye rapora göre, sağlık alanında 61’inci, siyasette 99’uncu, ekonomik katılım ve fırsat eşitliği konusunda 131’inci, eğitim konusunda de 109’uncu sırada. Fas’ı, Benin’i, Suudi Arabistan’ı, Yemen’i filan geride bırakmış. Ekonomik katılım ve fırsat eşitliği konusunda ise muhteşemiz 134 ülke arasında 131’inciliği yakalayabilmişiz.
Şimdi lütfen konuşun tüm kanalları dolduran cinsiyeti önemsiz türbanlı(!) aydınlarımız, ülkemizin cinsler arası gerçeği bu kadar ortada iken acaba türban yukardaki eşitsizliklerin hangisini çözecek?

Işığınızı kaybetmeyin.
H.

P.S. Okunması şiddetle önerilir.

12 Ekim 2010

Reiki

Geçen akşam yaşadığım bir deneyimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Facebookta beğendiğim bir gruptan 10.10.2010 a özgü Altın Üçgen (3.Göz) Uzaktan Enerji Şifa Paylaşımı etkinliği geldi ve bende denemek istedim. Gruba girdim ki yaklaşık olarak 600 civarında bir kullanıcı kitlesi etkinliğe katılıyor ve tabii ki heyecanlandım.
Tam da onların bahsettiği adımları yaptım ve tam saatinde yani saat 22' de evin sessiz bir odasına çekildim. Yaklaşık 10 dk. gibi bir zaman geçti ve topuklarımdan yukarıya doğru bir ateş topunun yükseldiğini hissettim. Acaba beynim bir oyun mu oynuyordu? Düşünmek yerine yaşamayı tercih ettim. Çünkü zaten normal yaşamda da çoğu zaman beynimizin oyunlarına kanmıyor muyuz? Ve gerçekten de bacaklarımdan yukarıda doğru çok etkili bir ŞEYİN yükseldiğini hissettim sonrasında bu etki kollarıma doğru aktı. Ancak bu deneyimi kısa tutmak zorunda kaldı. Çünkü içeriden oğlumun sesine hatta ağlayışına cevap vermek zorundaydım. Reiki konusunda deneyimli arkadaşlar için belki çok küçük bir şey olarak gelebilir ama beni çok etkilediğini söylemeliyim.
 

ÖZ: Herşeyi bilen ben Enerjiyi gerçeten küçümsemişim. Ama hiçbirşey için geç değil :)

Takıntılarım V.1


Önceden de biliyordum ama bugün yine yüzleştim ve gerçekten takıntılarımı yazmaya karar verdim...
1. Herhangi bir kaldırımda, metroya yürürüken ya da herhangi bir merdivenden çıkar ya da inerken, insanlar neden karşı taraftan kimse gelmeyecek ya da onların geçmesine gerek ve izin yokmuş gibi insanca(!) yürür? Tam benlik durum ve bende inatlarına üzerlerine doğru yürürüm, beklerim ki biriyle çarpışalım ve girelim birbirimize rahatlayım ve bu  takıntımdan kurtulayım.
2. Minibüslerde ne kadar kalabalık ne kadar sıkışık olursa olsun kendi paramı kendim vermekten hoşlanıyorum ve kıçını devirip parasını başklarına uzatan insanlardan(!) çok hoşlanıyorum. Neden onlar kadar konforuma düşkün olmadığımı hep düşünürüm ve beklerim ki benden paralarını uzatıp vermemi istesinler ve ben oturduğum koltuktan kalkıp normalde onun kalkarak kimseye ihtiyacı olmadan verebileceği parayı onun yerine vereyim.
3. Yollarda sigara içen insanlara(!) bayılıyorum. Özellikle sabahın köründe (günün diğer saatleri bu eylemi zararsız ve beni de takıntısız bırakmıyor) arkasından kimin geldiği önemli olmadan püfür püfür sigaralarını arkalarından gelenlere de zorla içirek giden insanlara bayılıyorum. Bekliyorum ki sabah sabah ettiğim okkalı cümleleri duyup benimle sohbete girsin :)
4. Bazan sınıfta "bu bana nerde lazım olacak ya da nerde kullanacam?" sorusunu soran genç insanlara takılıyorum (ender olarak ama). Sevgili Tuncay'ın "kız isterken lazım olacak" cinsinden kötü bir espri yapmakla yapmamak arasında gidip geliyorum. 
5. Herşeyi bilmekten, herşeye bir cevabımın olmasına takılıyorum ve dışarıdan kendime bakıp kendime takılıyorum ve diyorum ki "allahtan çevremde benden bir tane daha yok :)"

ÖZ: Şimdilik bunlar geldi aklıma en kısa zamanda takıntılarımın sayısını azaltıp aklıma gelenlerin sayısını arttırıp karşınıza öyle geleceğim :)
H.

1 Ekim 2010

Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe


...
Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe


Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil ne kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda

Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
...
Hasan Hüseyin Korkmazgil

26 Eylül 2010

Bu ne ya ??

Tarih: 29 Eylül 2010
Saat: 18:35
Yer: ÖZGÜRLÜK PARKI
SAHNE 1
Hafta sonları yaklaşık 1500-2000 kişi misafir eden, biraz olsun temiz hava ihtiyacımızı karşılayan, arada yapılan sanatsal gösterileri, organik pazarı ve Fua Cafe'si ile yaz akşamlarımızın vazgeçilmez parkı. 


Her hafta sonu olduğu gibi yine parktayız ve aşağıdaki sahne aynen yaşandı:
Elinde iki köpek (ortalama boyutlarda 2 köpek) ile çakma sarışın bir Beyaz TÜRK (!) (neden öyle sıfatlandırdığım sanırım yazıda anlaşılacak aksi taktirde önyargı değil) köpeklerden birisi yerde ve gerçekten titriyor, oradan geçen bir bayan ile köpeklerin sahibi arasında geçen konuşma:
-Ne oldu neden titriyor köpekçik?
-Kahretsin bunları pis Kürt' ün (!) yüzünden, korkuttu köpeğimi
-Çok kötü nefretlikler
-Defolup gidin burdan, pis tecavüzcüler (!) bunlar hayvanlara da insanlara olduğu gibi tecavüz ederler. İğreniyorum bunlardan...
devamını dinleyemedim tüm sinirime rağmen oğlumu alarak ordan uzaklaştım çünkü kendimi tanıyorum. Amacım ne Kürdü savunmak olacak ne de islah olmaz muhalif yanımdan dolayı kadına laf söyleceğim. Sadece ve sadece neden diyecem ? NEDEN??
Ne zamandan beri biz bu kadar ayrımcı olduk? Ne zamandan beri sadece ırkından ya da görünüşünden dolayı insanları küçümser olduk? 
Midem bulandı ve okkalı bir küfür ettim. Kusmak istedim ama kadının üzerine...
Yazıklar olsun, ama tebrik ediyorum gerçekten başarıyorlar BAŞARDILAR.
Yüzyıllarca kardeş olarak yaşamış insanları bu hale getirmişler ya TEBRİK ETMEK (!) gerekiyor. 

ÖZ: GAME OVER

Sevgiyle kalın,yada sevgisizlik denizde boğulun.H.

"MEDRANO"

Benim küçüklüğümde televizyonda pazar günleri dünyaca ünlü sirk gösterileri yayınlanırdı. Tüm aile hatta o an evin içerinde bulunan tüm tanıdıkların çocukları oturur büyük bir keyifle izlerdik. O dönemlerde bu tip gösterilerin Türkiye'de hatta Adana'da olacağını düşünmek hayal sınırlarını zorlamaktı. Hemen gülmeyin bahsi geçen dönem 25-30 yıl öncesi :) Bu isteğimi hayalimi unutmuştum. MEDRANO Sirki'ni birçok kereler buralarda hatta burnumuzun dibinde gösteri yaptığını bilmeme rağmen gerçekten önemseyip gitmemiştim. Ancak Deniz ile yaşıt bir oğlu olan yakın bir arkadaşımız bize bilet alınca, bir çocukluk hayalimi gerçekleştirme imkanı doğdu ve c.tesi sirke gitmeye karar verdik.

MEDRANO SİRKİ, bir italyan sirkiymiş orda öğrendik :) Ancak Avrupa Birliği gibi bir sirk hatta dünya karması gibi, çünkü İtalyanından, Macarına, Almanından Brezilyasına kadar sanatçı vardı.
Hiçbir özel bir beklentim olmadan gösteriyi oğlumla kucak kucağa izledik. Bana maçı 30 dakikada bitirten Oğlum, ortamın çekiciliğinden yoksa Annesinin bizimle olmasından mı bilinmez 2 saatlik gösteriyi hiçbir dikkat kaybına uğramadan, hatta mısırları bile bakmadan ağzına atarak izledi. Hayvanların gösterilerini çok sevdi. Jonglörden palyaçosuna at, köpek, papaganlar ve hatta kaplan gösterilerinden tutun da özel dans eşliğinde muhteşem gösteri yapan Macar çiftine kadar tüm sanatçıları hepimiz büyük bir beğeniyle izledik. Gösterinin finalinde 3 Brezilyalının motor gösterisi vardı ki gerçekten akılları ve fiziği zorlayan bir gösteriydi. 








Deniz yine final konuşmasını çıkışta yaptı:
-korktu...
-kim oğlum??
-Deni
-neyden??
-motolardan
:))

ÖZ: Çok küçükken bile olsa bir hayalimi gerçekleştirmekten çok mutlu oldum.
Sevgiyle kalın H.

21 Eylül 2010

ÇOK ÖZEL BİR AN

Güzel bir pazar öğleden sonra, Baba televizyonun karşısında akşam gideceği maçın son durumunu izlemek için kurulmuştur. Ufaklık hem babasının dikkatini çekmeye çalışmakta hem de ara ara televizyona göz atmaktadır. Bir ara toparlayabildiği tüm kelimelerle Baba ile aralarında aşağıdaki gibi bir diyalog geçer:
-Baba, Goooolll !!
-Evet Oğlum, Baba maça gidecek...
-Maç ??
-Evet Oğlum.
Ufaklık koşar adımlarla odasına gider ve kaybolur. Birazdan ellerinde kıyafetleri ve 
-Baba maç ??
Artık Baba'nın kaçar yolu yoktur, herşeye katlanarak ve Anne'yi ikna eder ve Oğlunu içinde hafiften bir korku olmasına rağmen 52.000 kişilik muhteşem stada götürmeye karar verir. Başına gelebilecek herşeye razıdır. Çünkü Oğlu  istemişti.
Maça az bir zaman kala,hazırlanıp beraber stadın yolunu tutarlar.

Maç istenildiği ve beklenildiği gibi müthiş heyecanlı ve Baba'nın takımının bir gollü galibiyetiyle devam ederken sütünü içmiş Ufaklıktan Baba'ya şöyle bir cümle gelir:
-Baba,maç bitti !!! (Buradaki ünlem bitti mi sorusu olmadığının gösteren emir kipinin ifadesidir. Ama Baba anlamaz)
-Yok oğlum bak maç devam ediyor.
-Baba maç bittiiiiiiii.
Baba,başına gelecekleri anlamıştır.Çaresiz ancak mutlu bir şekilde eve doğru yola çıkarlar. Baba,  karşılaşacağından habersiz karanlık yolda Oğluyla ilerlerken Ufaklıktan şöyle bir açıklama gelir:
-Baba Goooolllll , (aynı anda iki el açık yumruklar sıkılı)
-(Alkışlar)
-(Kendini sarar ve) sarılll birbir...
-(öpücük atarak) öptüüüüü.....
Baba, inanılmaz mutlu ve hayatı boyunca unutamayacağı çok ama çok özel bir "an" ile birlikte gözler nemli evin yolunu tutarlar. Ufaklık konuşmaya devam etmektedir:
-Anne, Ay,yıldız, kankande (karanlık)...

13 Eylül 2010

SİNOPALE 3


Yazı yazmada biraz geç kaldım biliyorum ama tatil dönüşü ben hala normal hayata pek gelemedim sanırım. Ciddi bir tembellik üstümde hala. En ciddi  işim öğrencilerimin notlarını girmek oldu düşünün tembelliği :)
Bu yazıda Sinop'ta daha öncesinde 2 kez yapılmasına rağmen gidemediğim ve ancak 3.cüsüne denk geldiğim Bienalden bahsedeceğim.
3 bienalinde kuratörü (ben de orda öğrendim duyardım sürekli ama :) bienalin sorumlusu) T.Melih Görgün, kendisi aslen Sinop'lu ve doğdu yerlere gerçekten  müthiş bir katkı sağlıyor bence.
Konusu: Gizli Anılar-Kayıp İzler
Amacı: "Kentin görünen ve görünmeyen yönlerinin ele alınmasıyla kent belleğinin algılanmasına ve bu yaşama alanına ait bilginin doğru saptanarak gelecek yıllara kalmasına yönelik olarak düşünülmüş olan bu kavram, tarihsel bağlamda “geçiş alanı” olarak saptanmış bu coğrafyada nelerin “konuşulup” nelerin “konuşulmadığına” dikkat çekmeyi amaçlıyor."
Tarihi  Sinop Hapishanesi merkez alınmış birçok eser orda sergileniyor. Bir de halk kütüphanesi vardı ve orada daha çok videolu ya da görüntülü eserler vardı.
Birçok yerli ve yabancı sanatçı katılmış ve bence oldukça güzel eserler bırakmışlar. 
Bienalin web sitesinden bunlar incelenebilir. http://sinopale.org Ben sadece gerçekten çok dikkatimi çeken birkaç tanesinden bahsedeceğim.
Sinop hapishanesi özellikle Sabahattin Ali ve Aldırma Gönül ile özdeşleşmiş çok eski bir hapishane şimdi ise Müze olarak kullanılıyor. Hatta bir kanalda bir televizyon dizisine de ev sahipliği yapıyor hala devam ediyor mu bilmiyorum. 
Eserler daha çok hapishanenin çocuk koğuşunda konumlandırılmışlar. Girişte Koğuşun camları daha doğrusu eskiden demir çubuklar olan yerde çok beğendiğim bir çalışma vardı, pencereler tamamen Aynaya dönüştürülmüş ve tam ortasında hoparlör var, hapisteki arkadaşlarınıza hangi parçaları söylerdiniz? sorusuna çocukların verdikleri cevaplar ve istedikleri parçaların kendi seslerinden dinletisi vardı ki çok beğendim.
Yine çok dikkatimi çeken bir çalışma Els Vanden Meersch'in Fotoğraf Enstalasyonları'ydı. Bu çalışmada Sanatçı eski ve terk edilmiş (ettirilmiş)  köylerin fotoğraflarını koymuş.1984-2010 yılları aslında Türkiye için gerçekten çok acı bir dönemi simgelemekte ve bitecek gibi de görülmemekte. Doğu Anadolu'yu bilen ve bu konuda da biraz duyarlı biri olarak hislenmiş bir şekilde gezerken yapılan bir espri beni kopardı herşeyden: 3 Sinop genci bu sergiyi gezerken en yaşlı olanı aynen şu cümleyi kurdu: "Laaa bunlardan bende bir sürü vardı bizim köyün resimleri isteseydi ben verirdim." Güldüm ağlanacak yurdum insanına. 

Çünkü aynı tipler biraz evvel dışarıda var olan bir sergi için yaptıkları belden aşağı eapri ile beni dumur etmişlerdi zaten.
Maria Papadimitriu' nun yaptığı Hotel Nokul (ki Nokul hamurlu bir Sinop yiyeceği) hapishanenin ortasındaki otobüsten oluşma bir otel hakkında yaptıkları yorumlardan sonra yanlarından uzaklaşmıştım ancak beni yine yakalamışlardı... Ben içimdeki güzel duyguları kaybetmeden diğer odalara ve sergilere daldım. Daha sonra Kütüphanedeki güzel videolardan oluşma çalışmaları görmeye gittim.
Ertesi akşam ise yine Bienal dahilinde Ziya Azazi'nin "Kor: Ateşin İçinde Tutsak" isimli dans gösterisi muhteşeme yakın bir çalışmaydı.

Böyle bir organizasyon Sinop' a yakıştı ve burdan emeği geçen herkesi tebrik ediyorum ve özellikle Melih Hoca'yı. Bravo hoca memleketine çok büyük bir katkı yapıyor.
Işıkla Kalın H.

22 Ağustos 2010

Tatilde Hayat

Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın insanlar tatilin çoğunlukta iyi olduğunu söylerler. Yaşanan tüm yorgunluklara rağmen tatil her zaman gidilesi ve yaşanılası birşeydir. Bir haftalık tatilim de benim için öyle oldu. Güzel yorgunluklar yaşadım, küçük ama devam eden bir boğaz ağrısı getirdim yanımda ama baktığım zaman ruhen gerçekten çok huzurlu geldiğimi fark ettim.
Lütfen cevap verin böyle bir denizin ve doğanın olduğu yerde huzur olmaz mı?

Bilmeyenler için burası Sinop. Evet Türkiye'nin kuzey burnu, tek bir yoldan giriş çıkış yapabilirsiniz. Bir tek trafik lambasının olmadığı, orda yaşayan insanların birçoğunun kıymetini anlayamadığı ve zaman içerisinde de yozlaşmaya aday bir şehir Sinop, umarım yanılırım...
Hükümetin nükleer santral yapmayı planladığı o muhteşem koya sahip Sinop. Amazonların şehri Sinope...
3.cüsü yapılan Bienale sahip şehir Sinop...
Sinop' ta bıraktığım tüm dostlara sevgilerimi gönderiyorum.

5 Ağustos 2010

Ona Bir Oda Ver Baba, Bir Evi Olsun, Gidecek Bir Yeri Yok....

Ona bir oda ver baba, bir evi olsun burda büyüsün. Gidecek bir yeri yok...


Öylesine bir gündü. Hergün aslında öylesine geçiyor ama aynı bazılarımız için öylesineden çok daha büyük anlamlar taşıyor...06/02/1998 gibi ya da 04/06/2000


İnsiye H.

30 Temmuz 2010

Radyom AÇIK

Çok küçükken sabahları ve akşamları ev içerisinde radyo dinlemek bizim için gerçekten çok özel anlardı. Televizyon her evde olmadığı için radyo bizim gibiler için müthiş bir şeydi. Sabahları evimize dolan yurttan sesler korosu ve türküler hala kulağımdadır. Saat 09.40-10:00 arası (umarım yanlış hatırlamıyorumdur) arkası yarınlar ve radyo tiyatroları belki de bu kadar çok polisiye gerilim kitapları okumamın kaynağıdır. Hala benzerlerini görmedim ve duymadım. Bir ara NTV radyo, radyo tiyatrosu programı yapacaktı ama takip etmediğim için bilmiyorum ama umarım yapıyordur.
Radyo gibi radyo dinlemek istediğim zaman benim için vazgeçilmezlerden birisi Açık Radyo' dur. Frekansı 94.9 (her türlü reklama ve desteğe varım). Çok da güzel program tanıtımları var. Her renge ve her sese "AÇIK" radyo...
Sosyal içerikli ve gerçekten duyarlı birçok program olduğunu paylaşmak istiyorum. Hala hayattan, evrenden, doğadan ve memleketinden ümidini kesmeyen herkesi Açık Radyo' da buluşmaya davet ediyorum. 
Kalitesizliğin baş tacı edildiği, üretimsizliğin desteklendiği ve sapla samanın karma karışık olduğu ülkemizde en azından ne yaptığını bilen insanların varlığı beni gerçekten halkımızdan umutlu kılıyor. İşte size Açık Radyo Manifestosu:

"…Eğlenemiyoruz!

Radyo, televizyon, gazete, dergiler, sıkıcı ve vasatçı. Hepsinden öylesine kuru bir gürültü çıkıyor ki, sonuçta, bir ‘kakofoni’den başka bir şey doğmuyor. Bir anlamda, kitle iletişim araçlarının gerçek bir iletişimsizliğe yol açması gibi bir paradoks söz konusu.

Dolayısıyla, yeni bir radyoya ihtiyaç var.

Radyo ne işe yarar?
‘Zihin Tiyatrosu’nu kurmaya.
Zeki, duyarlı ve nazik insanları bir araya getirmeye.
100.000 kişilik sürekli bir parti yapmaya.
Olabilecek en direkt teması kurmaya.
‘Sağırlara Program’ yapmaya.
Belli bir fikri ve kültürel yapısı olan insanların bir arada olacağı bir ‘platform’ sağlamaya.
Bu insanları demokratik, özgür ve kaliteli bir ‘mecra’ çevresinde bir araya getirmeye.
‘Sağduyu’ya dayanan bir odaklaşmaya.
Kısacası nefes alıp, vermeye. ‘Temiz hava’ solumaya.

Haysiyetli işler yapmak lazım.

Hiçbir çözüm üretmeyeceğimize söz veriyoruz. (Olsa olsa, dünyadaki ‘meraksızlık’ sendromuna, geçici bazı çareler getirmeye çalışabiliriz.) Size bir şey vermek istemiyoruz; mümkün olduğu oranda sizden bir şeyler almak istiyoruz.

Çünkü bu, bizim ortak projemizdir.

Haziran 1995"

http://www.acikradyo.com.tr/

ÖZ: Kalite istiyorsanız dinleyin derim.
İNİSİYE H. 

29 Temmuz 2010

Kekilli Doymuyor (!)

Aynen yukarıda yazdığım gibiydi başlık. bkz. (http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/536616-kekilli-doymuyor-galeri)Ortalamanın altında birçok insan bununla ilgili yorumlar yazmış. Neden ortalamanın altında olduğunu düşündüğümü sorabilirsiniz. Üşenmedim okudum, ben okuduğum zaman 86 tane yorum vardı ve ben Türk insanının gerçekten ne kadar fazla zamanının olduğunu ve bunu ne kadar gereksiz kullandığını dehşetle gördüm. Bu arada benim de zaman ayırdığım gözden kaçmıyor ama gerçekten birkaç yorumdan sonra merak ettim çünkü. Bu arada. Sibel Kekilli, Duvara Karşı ile 2009 Lola (Almanya'nın en önemli film ödülü) ve Bambi (Alman Medya Ödülü) ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu, Eve Dönüş filmiyle Altın Portakal, son filmi Ayrılık ile 2010 Lola' da ve Tribeca Film Festivalinde (New York'ta yapılıyor ve dünyanın en önemli bağımsız film festivallerinden)En İyi Kadın Oyuncu Ödüllerini ve Bernhard Wicki Ödülü'ne layık görüldü. Şimdi de Avrupa Parlementosu (AP) sinema ödülü 'Lux' için yarıştığı için de Ödüle DOYMUYOR (!)muş. Aşağıda bazı örnekler ve yorumsuz.... Tüm imla ve yazım hataları yorum sahiplerine aittir. Kes Kopyala Düzeltme tekniği kullandım.

"türklerin geçmişine küfret. yada porno film çevir hemen ödülleri kaparsın. orhan pamuk ta bir milyon ermeniyi katlettik dedi hemen ödülü kaptı."

"bu kadinin babasi annesi ne durumdalar bilmeyenlere söylüyeyim tamamen bitmisler hasta olmuslar sinir hastasi allah kimsenin basina vermesin her gün 10000 ödül alsa ne olacak aile tamamen yikilmislar adeta yasarken ölmüsler aci bir durum hepimizin evlatlari var bu kizimizda dilerim iyi kötü arasinda iyi olani secer düzgün secim yapar....."

"mağdur rolü yapanın oy alması sadece bize özgü değil. kekilli geçmişini iyi kullanarak ödülleri topluyor. oyunculuğu çok iyi değil oysa."

"kekilli niye ve neye doymuyor?" "dövmesi hala duruyormu?"

"bizim milletde kekilliye doymuyor"

"murat kekilli sırf soy isim benzerliğinde adanaya köyüne döndüne şarkıcılıgı ınsan ıcıne cıkamadı"

"ülkemizin batılı modern yüzü bu işte. artık barbar türkler yok artık tayland türkiyesi var.fuhuş ve sapıklıkta birinciyiz"

"birsey olmaz kimse kiskanmasin yarin seda sayan gibi umreye gider tovbe edip normal hayatina devam eder"

"oscar bile alsa geçmişini temizleyemez."

"almanya gibi bir yerde bu kizin oyuncu olmasi müthis diye. 30 yasindayim almanya dogumluyum ve bana tam 3 defa teklif geldi yolda yürürken hemde taninmis yönetmen ve sirketlerden. eh bide düsünün siz bi, bu kadin pornoculuktan buraya geldi, yani ne kadar degersiz oldugu burdan anlasiliyor, masa gibi kullaniyorlar...her denileni yapiyorsa ki yapiyordurda zaten pornocu olduguna göre...."

"Türklerin yabancı ülkelerde ahlaksızlıklar yapmasını ödüllendiren yabancıların samimiyiteni inanıyormusunuz. tüm türkleri dünyaya böyle tanıtıp üstüne ödül veriyorlar bizde seviniyoruz gözünüzü açın artık bumu türk örf ve adetleri "

"genc kızları ödülerle kandırıyorlar kız düştüğü durumn farkında değil"

21 Temmuz 2010

Fazıl Say ve Türk Halkı

Uzun zamandan beri kendime verdiğim sözden dolayı çok canım istediği zamanların haricinde hiçbir şekilde ne yazılı ne görsel ne de sanal alemde haberleri izlememeyi tercih ediyorum. 
Geçen gün facebookta gelen ve Fazıl Say'ı eleştiren bir yazıdan sonra dikkatimi çekti. Dahi çocuk yine yapacağını yapmış ve muhalefetini koymuştu: "Türk halkının arabesk yavşaklığından nefret ediyorum."
İlk okuduğumda içim bir garip oldu,çünkü bu gariban yazar (! - arabeskçe takılmak istedim) gençlik dönemlerini en koyu arabesk parçalarla geçirmişti. Ferdi Tayfur ilk sahip olduğum hediye bir kaset (teşekkürler Onur) ve İbrahim Tatlıses'in Mavi Mavi albümü ise para vererek aldığım ilk albümlerdi. Sonrasında bazan dertler derya olmuş ben bir sandalın içinde, bazan bir sabahçı kahvesinde günü karşılamıştım. Bazan sevdiğimi 14 yaşındaki yeğeninden kıskanmış bazan Bergen'in kezzabıyla yanmıştım. Bu yüzden içim garip oldu.
Sonrasında Say'ın yazısını okudum.
"Arabesk müzik, arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın, çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfettir. Emek karşıtıdır, duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı “yalan dolanla” doludur. Ortadoğu işi, 3. sınıf, acındırmaca, tembellik, yeteneksizlik, rant, çamur, muallaklıklar üzerinden yaşar. Arabesk müziği yapan yapsın! Bu sayfaya tek gık diyeni yukarıdaki sebeplerden hemen atacağım! Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum!”
İlk okuduğumda sert buldum ancak her kelimesinde sonuna kadar haklıydı Dahi Çocuk. Yıllarca halkımıza arabesk bir yaşam tarzı benimsettiler, Halkı kaderci bir zihniyetin uşağı haline getirdiler. Türk insanını acıdan beslenir hale getirdiler. Yaptılar, ettiler ...
Yüzyıllardır getirdiğimiz insani değerleri yok ettiler, dilimizi yok ettiler sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz görüyoruz. Eğitim içerisinde olduğum için en net gözlemleyebilenlerdenim. 
Arabesk yaşam tarzını halkımızın sanki gerçekten isteğiymişcesine arz-talep meselesine indirgediler. Arabesk kültürün genel yayılımına baktığımızda 80' lere denk gelmesi sizce çok manidar değil midir?
Olaya böyle bakıldığında gel de hak verme Dahi Çocuğa... Ayrıca bu konuşmayı twitter' da yazmadan çok daha önceden de yapmış hemde 2002 yılında.
Bazı paylaşım sitelerinde eleştirilere baktım ve aslında Say'ın ne kadar haklı olduğunu gördüm. Birçok kişi gerçekten cümleleri anlamadan kendilerince yorumlara kalkışmışlar aynen Ahmet Hakan gibi. Ne yazık ki, Hakan, Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden birinde kocaman bir köşeye sahip. Birçoğu da Say'ın yaptığı Klasik Müziğe laf atmışlar. Yapacak fazla birşey yok arabesk beyinlerden fazlaca bir yorum beklenemezdi zaten.
Entellektüellik kavramı bile ülkemizde yerlerde sürünüyor. Sanatçı dediğimiz insanlar toplumlarının önünde olan insanlardır. Ülkenin yüz akları ve dışarıda en büyük temsilcileridir. Ha yok bizi Davutoğlu dışişleri bakanı olarak çok iyi temsil ediyor diyorsanız vuralım öldürelim Livaneli'yi, Say'ı, Biret'i, Pamuk'u, Yaşar Kemal'i, aynı Pir Sultan'ı Sabahattin Ali'yi ya da Nazım'ı öldürdüğümüz gibi.

genco erkal - fazıl say - nazım hikmet - yaşamaya dair
Yükleyen qp_747. - Yeni aile videolarını keşfedin.

14 Temmuz 2010

Ahlakçı mıyım ne?

Ahlak nedir? Bu soruyu çoğu zaman kendime soruyorum. Gerçekten ama nedir? Bunun için biraz kafa yormak istedim. Genel anlamda ahlak bir toplum içerisinde yaşayabilmek için uyulması gereken kurallar silsilesi. Peki toplum için genel doğruları(!) belirleyenler kim bu kural koyucular kim? genellikle suyun başını tutanlar olarak özetlemek yerindedir sanırım. Toplumdan yararlanan ve erk sahipleri, erklerinin iktidarlarının devamı için ahlakı da değiştirirler, toplumu da değiştirirler. Çok ünlü bir Türk büyüğümüzün(!) çok ünlü bir lafıdır: "Alışırlar". 
Evet gerçekten de malesef alışıyoruz. Her türlü ahlak-sızlık- a alışıyoruz. Çok siyasi mesajlara girmeden aklıma gelen ve beni gerçekten etkileyen bir filmi hatırladım. Chocolat . 2000 yılında izlediğim bu filmde -ki Juliette Binoche için gitmiştim- muhteşem bir toplumsal cinnet izlemiştim. Detaylarına fazla girmeyeceğim, izlemeyenlere ısrarla öneriyorum. Ahlakla ne alakası var derseniz esas ahlakın ve özgürlüğün ne olduğunu o filmde görmek mümkündür derim. 

Ahlakçı olmakta aslında tam da ahlaki değerlerden yararlanmak anlamı taşıyor bende. Ahlak tam manasıyla Özgür iradenle (ne kadar özgürüz? bilinç, bilinç altı, üstü oralara girmeden en azından) istediğin herşeyi yapabilme özgürlüğüdür diyorum. 
Ancak bu tanıma göre kaçımız gerçektende ahlaklıyız? Temize çıkma kaygısına kapılmadan, doğasındaki en kirli düşünceyi ve gerçekleştirdiği her türlü ahlaksız eylemi savunan, günahlarının tüm sorumluluğunu kabullenen kaç kişi tanıyorsunuz? Bana soruyorsanız zorlanacağım cevabımda belki de hiç diyeceğim ya siz???
Marquis de Sade birçoğumuza belki de yabancı bir isim. Ama Sadizm'in isim babası denirse kafalar biraz netleşir. Digitürk'te geçen akşam hayatını anlatan bir filmi izlerken bu konu aklıma geldi ve şunu gördüm ki: Gerçek anlamda Ahlaklı insanlar insanlık tarihinden dışlanmış, yaşadıkları toplumdan dışlanmış uzaklaştırılmış insanlar.

“Bütün insanlar deli ve görmemek için hiçbirini,
kapanmak gerek içeri, aynayı da kırıp odadaki…”

Marquis de Sadé 

ÖZ: Şimdi etrafımıza bir kez daha bakıp kaç tane Ahlaklı insan görebildiğinizi kendinizle paylaşır mısınız lütfen??
Sevgiyle kalın.
İnisiye H.

9 Temmuz 2010

Yağmur ve Umut

Sabah çok güzel, ince ince bir yağmurla uyandım. Şaşırmadım bekliyordum ve çok da mutlu oldum. Eylül çocuğu olduğumdan mıdır bilemem deli gibi yağmur hastasıyım. Hep de merak etmişimdir; İnsanlar kışın güneş açtı mı çok sevinirler ancak yazın yağmur yağdığında suratları hemen düşer. Neden ?? 


Bu yazımın tek konusu yağmur olacaktı, ancak büyük bir zevkle izlediğim ve neredeyse fanıyım diyebileceğim Criminal Minds isimli dizi de geçen "Umut ruhuna tüneyen bir bülbül gibidir, hep duymadığın şarkıyı şakır durur" cümlesinden sonra yağmur ve umut ilişkime bakmak istedim.
Ben her yağmurda inanılmaz mutlu ve huzurlu oluyorum. Arkasındaki güneş, hayata ve doğaya etkisi beni heyecanladırıyor ve umutlandırıyor. Belki de gerçekten ben bunun için yağmuru çok seviyorum. Çünkü her yağmurun arkası eğer beklemeyi becerebilirsen güneştir. Her kışın sonu bahardır misali. Yağmur yağarken en doğal halimle olmak istiyorum, tüm canlılar gibi - insan hariç - bitkiler gibi... Tepemden aşağıya doğru tüm vücudumdan akışını izlemek, yağmur sonrası havayı koklamak, doğayı içime çekmek derin derin ama yavaş yavaş, içimdekileri hissetmek ve tüm kötülükleri bir tarafa koyup yağmurun beni yeniden doğuma taşımasına izin vermek istiyorum.
Umutlu olsun istedim blogumdaki ilk yazı ve ben umutlu olayım herşeyden. Evet iflah olmaz bir iyimserim. Her kötü şeyin arkasından iyi birşeyin olacağını düşünenlerdenim. Umut etmek güzel be kardeşim, Nietzche'nin ızdırabı arttıracağını söylemesine rağmen.

ÖZ: Yağmurlarınız, umutlarınız ve hayalleriniz eksilmesin.
İnisiye H.

5 Temmuz 2010

Yola Çıkmanın Zamanı


"Her yolculuk aslında içe yapılan bir yolculuktur."
Son dönemde çok popüler olmuş kavram Kendini Tanıma. Aslında son dönem insanların yalnızlıklarını, huzursuzluklarını gören vahşi kapitalist ve zeki beyinler moda(!) yaratarak kişisel gelişim adı altında yüzyıllardan beri varlığını sürdüren Buda'nın Konfiçyus'un, Yunus Emre'nin, Mevlana'nın fikirlerini cilalayıp parlatıp bir meta olarak insanlığa sundular. Haa bu fikirlerin bu kadar ortada olması kötü mü? belki ama çok da iyi mi şüphelerim var. Çünkü biraz da kuşkucu ve rahatsız tarzımdan dolayı birşeyi sulandırmanın en iyi yolunun onunla ilgili merak duygusunu ortadan kaldırmak olduğunu düşündüğüm için bu felsefenin de suyunu çıkaracaklar.
"Çok şey  bilmene gerek yok Haddini Bil Yeter!"(1)
Kendini tanı, istediklerinin farkında ol, ne kadar da kulağa hoş geliyor. Halbuki belki de insanoğlunun en güç sınavı..Bir bile bilse bir göl bile 70 milyon yılda oluşurken en uzun insan ömürünün ortalama 70 yıl olduğunu.. Ama mümkün mü öyle bir Ego(-ya)lara sahibiz ki bizden başkasını başka bir şeyi bile göremiyoruz. Ego ile ilgili daha çok şeyler yazmayı planlıyorum. Birçok problemin nedeninin O olduğunu düşünüyorum. Paylaşacağım. 
Konudan sapmamak ve bir merhabayı bu kadar uzatmamak için "Öz"' e geliyorum.

ÖZ: Kendimi Tanıma ya da tanıdığımı düşündüğüm Ben ile konuşabilmek için böyle bir blog oluşturdum. Artık Yola Çıkmanın Zamanı gelmişti.

İnisiye H.

(1) Mevlana

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.